Sabahın erken saatleri… Bir dağ köyünün eteklerindeyim. Rüzgâr sert, doğa sessiz… Sessizlikte yankılanan tek şey, hayvanların çan sesi ve uzaktan gelen bir çoban türküsü. Yanımda, yılların yorgunluğunu yüzüne çizmiş bir göçer duruyor. Gözleri uzaklara dalmış. “Artık buralarda eskisi gibi göçer kalmadı” diyor. “Herkes ya şehre gitti ya da hayvanlarını sattı. Biz, direniyoruz ama ne kadar sürecek bilmiyoruz…”
Göçerlerin dünyası, modern dünyanın göz ardı ettiği ama aslında köklerimizi yansıtan bir hazine. Ancak bu hazine, giderek yok oluyor. Çünkü göçerlerin yalnızca ayakta kalma mücadelesi değil, hayatta kalma mücadelesi de var. Ekonomik zorluklar, eğitim eksikliği, kültürel kayıplar… Hepsi bu mücadeleyi daha da zorlaştırıyor.
Ekonomik Çıkmazlar
Bir göçerin hayatı, mevsimlerin döngüsüne bağlıdır. Baharda dağlara çıkarlar, yazın ovalara inerler. Ancak artık otlaklar daralmış, yasal düzenlemeler sıkılaşmış. “Hayvanlar aç kalıyor” diyor bir diğer göçer, elindeki çoban değneğini sıkıca tutarak.
Peki, çözüm ne?
Biraz durup düşünüyoruz. Göçerlerin üretimlerini doğrudan tüketiciye ulaştırabileceği kooperatifler kurulabilir. Devlet destekli projelerle, hem onların üretim maliyetleri düşürülebilir hem de ürünlerini pazarlama olanakları artırılabilir. Mikro kredi programları, bu tarihi kültürün modern ekonomiye entegre edilmesini sağlayabilir. Ama mesele yalnızca para değil; mesele, göçerlerin yaşam biçimini koruyabilmek.
Çocuklar ve Gelecek
Göçer çocukları… Her biri doğanın içinde büyüyen küçük yıldızlar. Ama okula gitmek onlar için bir lüks. “Kızım okumak istiyor ama nasıl göndereyim?” diyor bir anne, sesi titreyerek. Çocukların eğitimi, göçerlerin geleceğini şekillendirecek. Mobil okullar, mobil kütüpphaneler, göçerlerin rotasına uygun eğitim sistemleri… Bunlar, bu çocukların hem kendi kültürlerini öğrenmesini hem de modern dünyaya ayak uydurmasını sağlayabilir.
Bir göçer babanın sözü kulaklarımda çınlıyor:
“Eğer çocuklarımızı okutamazsak, biz de biteriz; kültürümüz de.”
Kültürün Korunması
Göçerlerin hayatı bir roman gibi. Masalları, türkülerini süsler. Ellerinde dokudukları halılarda tarih saklıdır. Ancak bu tarih, hızlı bir modernleşme dalgasının altında eziliyor. Göçer festivalleri düzenlemek, bu kültürü görünür kılmak için harika bir başlangıç olabilir. Yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları bu konuda öncülük edebilir. Çünkü göçerlerin hikâyesi sadece onların değil, hepimizin hikâyesidir.
Tefekkür Zamanı
Göçerlerin hayatını anlamak, insanın doğayla olan ilişkisini anlamaktır. Onların yaşamı, doğanın döngüsüne, toprağın sabrına ve rüzgârın esintisine uyum sağlamanın bir dersidir. Eğer bu kültürü kaybedersek, sadece bir yaşam biçimini değil, köklerimizi de kaybederiz.
Sabahın erken saatlerinden öğleye kadar süren sohbetimizin sonunda göçer dostuma dönüp soruyorum:
“Bu kadar zorluğa rağmen neden hâlâ bu yaşamı sürdürüyoruz?”
Derin bir nefes alıyor.
“Biz bu toprağın sesi, nefesiyiz. Eğer biz gidersek, bu dağlar da susar.”Bir an sessizlik oluyor. O sessizlikte, hayvanların çan sesleriyle doğanın bir şarkı gibi yankılandığını duyuyorum. Göçerlerin çığlığı sessiz ama anlamayanlar için değil; hissedenler için, çok şey anlatıyor.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Halil El
Göçerlerin doğayla dansı sona mı eriyor?
Göçerlerin İzinde: Bir Kültürün Sessiz Çığlığı
Sabahın erken saatleri… Bir dağ köyünün eteklerindeyim. Rüzgâr sert, doğa sessiz… Sessizlikte yankılanan tek şey, hayvanların çan sesi ve uzaktan gelen bir çoban türküsü. Yanımda, yılların yorgunluğunu yüzüne çizmiş bir göçer duruyor. Gözleri uzaklara dalmış. “Artık buralarda eskisi gibi göçer kalmadı” diyor. “Herkes ya şehre gitti ya da hayvanlarını sattı. Biz, direniyoruz ama ne kadar sürecek bilmiyoruz…”
Göçerlerin dünyası, modern dünyanın göz ardı ettiği ama aslında köklerimizi yansıtan bir hazine. Ancak bu hazine, giderek yok oluyor. Çünkü göçerlerin yalnızca ayakta kalma mücadelesi değil, hayatta kalma mücadelesi de var. Ekonomik zorluklar, eğitim eksikliği, kültürel kayıplar… Hepsi bu mücadeleyi daha da zorlaştırıyor.
Ekonomik Çıkmazlar
Bir göçerin hayatı, mevsimlerin döngüsüne bağlıdır. Baharda dağlara çıkarlar, yazın ovalara inerler. Ancak artık otlaklar daralmış, yasal düzenlemeler sıkılaşmış. “Hayvanlar aç kalıyor” diyor bir diğer göçer, elindeki çoban değneğini sıkıca tutarak.
Peki, çözüm ne?
Biraz durup düşünüyoruz. Göçerlerin üretimlerini doğrudan tüketiciye ulaştırabileceği kooperatifler kurulabilir. Devlet destekli projelerle, hem onların üretim maliyetleri düşürülebilir hem de ürünlerini pazarlama olanakları artırılabilir. Mikro kredi programları, bu tarihi kültürün modern ekonomiye entegre edilmesini sağlayabilir. Ama mesele yalnızca para değil; mesele, göçerlerin yaşam biçimini koruyabilmek.
Çocuklar ve Gelecek
Göçer çocukları… Her biri doğanın içinde büyüyen küçük yıldızlar. Ama okula gitmek onlar için bir lüks. “Kızım okumak istiyor ama nasıl göndereyim?” diyor bir anne, sesi titreyerek. Çocukların eğitimi, göçerlerin geleceğini şekillendirecek. Mobil okullar, mobil kütüpphaneler, göçerlerin rotasına uygun eğitim sistemleri… Bunlar, bu çocukların hem kendi kültürlerini öğrenmesini hem de modern dünyaya ayak uydurmasını sağlayabilir.
Bir göçer babanın sözü kulaklarımda çınlıyor:
“Eğer çocuklarımızı okutamazsak, biz de biteriz; kültürümüz de.”
Kültürün Korunması
Göçerlerin hayatı bir roman gibi. Masalları, türkülerini süsler. Ellerinde dokudukları halılarda tarih saklıdır. Ancak bu tarih, hızlı bir modernleşme dalgasının altında eziliyor. Göçer festivalleri düzenlemek, bu kültürü görünür kılmak için harika bir başlangıç olabilir. Yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları bu konuda öncülük edebilir. Çünkü göçerlerin hikâyesi sadece onların değil, hepimizin hikâyesidir.
Tefekkür Zamanı
Göçerlerin hayatını anlamak, insanın doğayla olan ilişkisini anlamaktır. Onların yaşamı, doğanın döngüsüne, toprağın sabrına ve rüzgârın esintisine uyum sağlamanın bir dersidir. Eğer bu kültürü kaybedersek, sadece bir yaşam biçimini değil, köklerimizi de kaybederiz.
Sabahın erken saatlerinden öğleye kadar süren sohbetimizin sonunda göçer dostuma dönüp soruyorum:
“Bu kadar zorluğa rağmen neden hâlâ bu yaşamı sürdürüyoruz?”
Derin bir nefes alıyor.
“Biz bu toprağın sesi, nefesiyiz. Eğer biz gidersek, bu dağlar da susar.”Bir an sessizlik oluyor. O sessizlikte, hayvanların çan sesleriyle doğanın bir şarkı gibi yankılandığını duyuyorum. Göçerlerin çığlığı sessiz ama anlamayanlar için değil; hissedenler için, çok şey anlatıyor.